Bakmakla - görmek farkını farkedebilmek...
Bakmakla görmek arasındaki farkı ayıramadığımız zamanlar çok olmuştur. Bunu kısa zamanda ayırabilme şansını yakalayabilmek yanında,uzun süre mahrum olmak,belki de mahkum olup bu şansı hiç yakalayamamak şanssızlığımız da bilinen bir vakıadır. İşin kolayına kaçıp, kısa yoldan ‘kaderim buymuş!’demek her halde mantıklı bir savunma olamaz. Ya da, ‘baktığım şekilde gördüğüm doğrudur, işin gerçeği bu olmalı!’ demek objektiflikle ne kadar bağdaşır?
Düşünmeden yorumlama ve algılama, bakış ve görüşü aynileştirme,dar ve aynı çerçeveden düşünme, kendi anlayışını merkez sanma, tek bakış ve tek düşünce varmış.. gibi algılama ve davranma özürlerimizi kimse inkar edemez.İnkar ve ya itiraz ediyorsak, peşinen ‘farkı fark edemediğimizi’ itiraf etmiş oluruz. İşin özünde; siyah ile karayı- İl ile Şehri -Cumhuriyet ile Demokrasiyi- - Devlet ile Hükümeti dahası, soyutla somutu ayıramamak, düşünmeden algılamak ve kabul etmek ve belki de bu bencillik ve kalıpçılık hastalığımız yatıyor...
Bir taraftan dünya nüfusu artarken, yerleşim birimleri büyürken, alanı sabit dünyamız teknoloji sayesinde neredeyse adeta küçülüyor. Bilgiler ses ve görüntü olarak her yere kolayca aktarılıyor. Elimizdeki bir aletle dünyayı köşe bucak gözetleyebiliyoruz. Bazıları teknolojide daha da ileri gitse bile, herkes az çok bu imkanları kullanabilme şansına sahip. Düşünsenize, İnternette ‘Google earth’ uzaydan görüntü proğramı ile dünyayı tepeden dolaşabiliyor, merak ettiğimiz pek çok yeri, tanıdığımız çevreyi dikkate değer ayrıntıları ile görebiliyoruz. Bilmediğimiz pek çok yeri önceden kabaca tanıma fırsatı bulabiliyoruz. Denemesini yaptığımız şekilde, pek çok tarifleri yapabiliyor, kolaylıkla aslına yakın ölçümleri bile elde edebiliyoruz. Farkında olamayanlar, henüz bilmeyenler denesinler ve görsünler. Bu arada tavsiye aldığımız şekilde, herkese tavsiye etmenin de, farkında olanların bir bakıma bu anlamda sorumluluğu olduğu kanaatindeyim.
Anlaşıldığı üzere gazete-elektrik-otomobil-fotoğraf-telefon–Uçak-Radyo -TV – fax., bilgisayar.. derken dünya küçüldü. Cep telefonu ,İnternet ve uydu sistemleriyle de hem daha yakınlaştı, elimize avucumuza geldi. Öyle ki, teknoloji çoğu zaman düşünülemeyecek veya sadece hayal edilebilecek konularda bile gelişmelere sahne olabiliyor. A’dan Z’ye bütün cihaz ve makinalar bilgisayar ile çalışır duruma getirilmiş, otomatikleştirilmiş, neredeyse zamanla yarışır şekilde hızla gelişmeler oluyor.
Bu gelişmeleri gıpta ile ve önemsenecek aralıkla geriden takip ediyoruz..”Niçin bunların dışında kalıyoruz?” “Niçin biz aynı şeyleri yapamıyoruz?...” hayıflanmasına girsek de, gerçeği söylemek zorundayız. Şimdiye kadar diyemediklerimizi, yapamadıklarımızı hem deyip ve hem de yaparız inşaallah!
İşimize, kaldığımız yerden değil de durduğumuz yerden başlayabiliriz. Daha açık ifade ile zararın neresinden dönersek karlı çıkmamız muhakkaktır. Bunun da çaresi-yolu-yordamı kesinlikle başaranlar gibi azimli,gayretli ve araştırmacı olmaktır. Yoksa kuru laflarla,övünme ve öykünme ile,kalıplaşmış ve uygulaması mümkün olmayan ezberlerle bir yere varamayacağız.
İşte,dünya önümüzde / yanımızda / avucumuzda ve her şey ortada,açıklıkla görülüyor. Teknolojide çıtayı aşanlar, herhalde bizde olduğu gibi saplantı ve alışkanlıklarla zaman kaybetmedikleri için farklılar ve öndeler.
Demek ki, bizlerde ezberlerimizle, sloganlarımızla hemhal olmak, oldurmaktan ve de oldurulmaktan ihtimal ki gelişmelere katılmaya fırsat bulamıyoruz. Günümüzü, gelenekselleşmiş ve töreselleşmiş havayi nakaratlarla kotarmayı kendimiz için kolaycı bir avantaj sayabiliyoruz.
Bu öz eleştiri yanında, tamamen gelişmelerden mahrum olduğumuzu,eskiye göre gelişmelere az da olsa katılma uğraşısı içinde olduğumuzu söylemeden de geçemeyeceğim. Bu arada yanıldığımız bir nokta daha ortaya çıkıyor ki, başkasının yaptığını kullanmayı,teknolojiyi sadece kullanmayı da gelişme kategorisine katabiliyoruz. Teknolojiyi kullanmayı da gelişmişlik sayarak, bir başka fark edememe davranışı gösteriyoruz.
Farketmediklerimizi, farkedemediklerimizi, farkettirilmeyenleri ve farkedilmeyenleri ve neticede her türlüsünü, kasıtlısını ve taksirlisini ve her biçimini anlatmanın pek çok yolu vardır. Bazen misallisi, bazen de atasözlüsü- hatta deyimlisi daha çarpıcı ve daha bir başka can alıcı bir anlatım şeklidir. Farkedememe ve farkında olamama hastalığımızı, yaşanmış olduğu halde, ancak fıkra yerine anlatılabilecek iki hikaye ile noktalamak istiyorum.
Hikaye kahramanlarımızın isimleri unutulup sembolik olarak verilse de, yerlerimiz kaba hatlarıyla belirtilse de, ifadelerden bize yakın ve bize ait bir yerin konu edildiğini kolayca anlayabiliyoruz. Hatta daha ileri gidip kişileri ve yeri ülkemizin pek çok yöresi için uyarlamak bile yanlış olmaz.
Zaten pek çok hikayemiz, masalımız,fıkramız ve efsanemizı kendi yöremize ve yakınımıza yakıştırmak adettendir. Yunus Emre,Veysel Karani, Battal Gazi, Karacaoğlan, Nasrettin Hoca, Köroğlu... gibi gönül erleri ve halk dostları en belirgin örneklerimizdir. Bunun pek çok örneği verilebilir ki, bu gerçek çoğumuzun da malumudur.
Her iki hikayemiz de tesadüfen askerlik görevi ile ilgili. Sebebi de herhalde geçmişte, kişilerin çoğunlukla askerlik görevi dışında çevresinin dışına çıkamaması
İle ilgilidir. Sorarsanız yaşlılarımıza , ekseriyetinin hatırası bu konudadır.
HİKAYE- 1 : GÜNEŞ HER YERDE KOCAKAYA * ARKASINDAN DOĞUP, TİRSE** ÜSTÜNDEN Mİ BATAR?
Askerlik yaşı gelip, vatan borcu için Malatya’da eğitim birliğine katılan saf ve temiz kalpli hemşehrim Yetim Mehmet yeterince okuma yazma bilmemektedir. Çünkü köyündeki ilkokulun 3. sınıfından ayrılmak zorunda kalmış. Askere cağrılıncaya kadarki senelerini de kırda bayırda hayvan otlatmakla geçirmiş. Askeri birliğinde, çat-pat okuyup yarım yamalak ve acemice, eksik harflerle ancak adını yazabilince, halk dilinde ‘Ali Okulu’ olarak adlandırılan ‘Okuma-Yazma kursuna’ alınmış. Kursun ilk derslerinden birinde, görevli asker (Askerliğini yapan Öğretmenlerden veya Çavuşlardan biri olabilir) okuma yazma ile birlikte yönleri ve yön bulmayı öğretiyormuş. Sırasıyla yönleri saydırmak istemiş,ancak kimseden ses çıkmamış. Neyse sıra ile öne çıkaracak ve soracak ya, en ön sırada bulunan bizim ‘Yetim Mehmet’i’ karatahtanın önüne çıkarmış. Amacı, soru sorarak ve kendisine yol göstererek yönleri buldurmakmış. Bizim Yetim, belki de ömründe hiç duymadığı, kullanmadığı,duymuş olsa bile hiç hatırlamadığı ve ne işe yaradığını bilmediği ‘yön’ sözüne anlam verememiş ve biraz korkudan,biraz da mahcubiyetten suskunluğunu sürdürmüş. Tabir yerinde ise,ağzını bıçak açmıyormuş. Görevlimiz, sabırlı ve tatlı sert yaklaşmış ki, konuşturabilsin.
-Bak evladım, güneş var ya, dünyamızı aydınlatan koca güneş. Söyle bakalım nereden doğar?
Mehmet’ten yine cevap yok. Yeniden soru faslı başlıyor, istenilen doğu ve batı yönleri cevabının ipuçları verilmeye çalışılmaktadır.
-Şimdi beni iyi dinle. Güneşin doğduğu yere buna benzer bir şey denir. Battığı yeri de buna benzetebilirsin. Meseleyi anladın, çekinme, haydi söyle,herkes senden duysun, duysun ki öğrensin!
Cesaretini toplayan er Mehmet, cevabını bir çırpıda verir:
-Komutanım! Güneş, sabahınan Kocakaya’nın ardından çıka(r) , a(k)şamleyin Tirse’nin tepeciğinden batıp kayboluveri (r).
Kurs görevlimiz gülerek disiplini bozmamak için, kendini zor tutar ve alkışlarla hemşehrimizi yerine gönderir. Bizimkisi bunca kişinin arasında birbilen(!) olmanın verdiği sevinçle masasına oturur.Artık yapılacak bir şey de yoktur. Kuzey ve güney yönlere geçmeye gerek kalmamıştır,En azından doğu ve batı yönler anlaşılmasa da, güneşin nereden doğup,nereden battığını orada bulunanların hepsi kolayca anlamıştır herhalde(!) Acaba, anlamışlar mıdır? Ya da neyi anlamışlardır? Olayın farkedileni ve farkedilmeyeni nedir?
- Mechul mü ..? Yoksa her şey ortada mı? Acaba, cevabı hikayemizin içinde saklı olabilir mi?
HİKAYE 2 : TÜRKİYE’MİZİN BÜYÜK OLDUĞUNU NEREDEN VE NASIL ANLAMIŞ!
(Hikayemiin özü ,AFP Beldemizde meyve ticareti ile iştigal eden Ahmet Mazlum ‘dan rivayet olunmuştur)
İstasyon’da (İlk adı Köprü,son şekliyle AFP)oturup bağcılık yapan hemşehrimizin(İsmi mechul ya da mahfuz) Askere gitme günü gelmiştir.Sülüsünü almış, sırt çantasını hazırlamış trene bineceği günü heyecanla beklemektedir.Artık bilgisi,görgüsünü anlatmaya gerek yok.Bizim Yetim Mehmet’e epeyce benzetebiliriz de tek fark, birinin mekanı dağ eteği,diğerininki görüş mesafesi dar olan vadidir.
Köprünün bayırlarından,istasyonundan,ömründe birkaç kez panayırını ve pazarını görmek için gittiği Geyve’den başka gördüğü yer yoktur.Bütün dünyası,vatanı,bildikleri bulunduğu yerden ibaret gibidir.Bu dar kalıplar içinde acaba gideceği yer konusunu kafasında nasıl şekillendirmiştir,uzaklık ve büyüklük neyi ifade eder? Bütün bunlara anlam vermek mümkün müdür? Bilinmez ama, herhalde değildir.
Nihayet kara trene binme vakti gelmiştir.Yolculuğun son durağı ta Erzurum’dur.Bu çıkış 3-5 kilometre karelik yerden sılaya ilk çıkıştır.Erzurumun vatandan bir parça olduğunu ve uzak bir yer olduğunu kendine göre öğrenmiştir. Fakat onun için uzaklık, şimdilik kavrayamayacağı bir şeydir.İçinden geldiği,olması gerektiği biçimde Devleti- Vatan-Türkiye kavramlarını güzel ve faydalı şeyler olarak tasarlayabilmektedir.
Bir devre sonra kendileri de askere alınacak arkadaşları, yolcumuza İstasyondan Mekece’ye kadar refakat edeceklerdir. Garibimin ahvalini bildikleri için,hem yolculuğa alıştıracaklar,hem de üzmeden bu şekilde vedalaşacaklar. İhtimal ki,ne olduğunu bilmez, farkedemez ve mola verdiği ilk istasyonda inip,zor durumda kalabilir telaşları da vardır.
Güç bela kapısını açarak binebildikleri tren 3-4 dakikalık bir beklemeden sonra hareket eder. Kompartımanlar aralarda yürünmeyecek kadar doludur. Siviller yok denecek kadar azdır. Yoklama yapan yoklama görevlisi onbaşı bizimkini listeye dahil ettikten sonra, hep birlikte boşluktan istifade koridorun bir penceresine şıkışarak dizilirler. İstasyondan sonraki İlk büyük kıvrımı döndükten kısa bir süre sonra etraf artık yabancılaşmıştır. Buharlı trenimiz ağır aksak yol alarak, uzun zamanda kısa mesafe katedecek hızla henüz Pamukova’ya yaklaşmaktadır. Eski anılar anlatılırken bu kısa yolda epey bir vakit geçer. Yolcumuz, yoluna revan olduğu ve hiç bilmediği,belki de tahayyül bile edemeyeceği 30-35 saatlik uzun yolu,Erzurum yolunu bir an unutur ve yarım saatlik yolculuğundan bahisle arkadaşlarına sorar:
- Ne kadar çok uzak yerlere geldik! Şimdi buralar da
bizim mi? (Buralar Türkiye’ye / Ülkemize / Devletimize mi ait? Anlamında olsa gerek)
“Bu kadarı da olmaz! “dercesine, uğurladıkları arkadaşlarını kırmamak için bu soruya doğrudan cevap vermek mecburiyetinde kalırlar. Zaten, malum özelliğinden, soruş tarzından ve yüzünün ifadesinden şaka yapmadığın anlamış olacaklar ki ikisi birden karşılık verirler:
- Tabi ki bize ait!.. Başka kimin olacak ki!..
Ne deyeceği ve nasıl tepki vereceği beklenirken,kısa bir sessizlikten sonra cevabını alırlar:
- Biz ne kadar büyükmüşüz!..
Devleti ve ülkesiyle büyük olmak ve büyük olmayı istemek her vatandaşımızın onur ve arzusudur. Hikayeye konu olan büyüklük – küçüklük kavramları değildir. Özellikle bunu belirtmek isterim. Yansıtılmak istenenler bakış açımız, görüşüm ve anlayış kalıplarımızdır. Fazla söze ne hacet! Hikayelerimiz, neyi ne kadar ve nasıl farkettiğimizi, farkedebildiğimizi anlatmıyor mu? Bazılarımız çıkıp, kendisini “ülkenin yegane sahibi”, kendisini “devletimiz” yerine koymuyor mu? Biz nasılsak ve ne yapıyorsak dünyada aynı şeyleri yapılıyor zannedenlerimiz yok mudur?...Saflığından ve iyi niyetinden dolayı içindekini saklamayıp, işin nereye varacağını bilemeyen garipler arasında masumiyetleri dışında hiç riya görülmüş müdür? Onlara burun kıvırarak bakan, küçümseyen ,bilgisizliğini adeta alaya alan cim yalamışlar ve etiketlilere sormak gerekecek: Marifetleri olarak övündükleri pek çok anlayışları , tutumları ve tutkuları daha komik ve daha boş değil mi? Ayrıntıyı görüp, farkı farkedebilecekler mi? Ne zaman?... Selam ve Saygı ile.
................................................................................................................. *Kocakaya :Geyve’nin Doğusunda, eteklerinde Bağcaz,Koru,Kayaaltı, Kayadibi,Doğancıl,Poydular,Sabırlar...köylerimizin bulunduğu, 1337 m rakımlı Karadağ’ın yerel adı.
** Tirse : Geyve’ye göre batı yönde kalan Pamukova - Kemaliye Köyünün eski adı.
#