Topkapı Sarayı ve Harem Dairesi
Fatih Sultan Mehmed devrinde (1460-1478) yapımına başlanan Topkapı Sarayı, Sultan Abdülmecid’in Dolmabahçe Sarayı’nı yaptırmasına kadar yaklaşık 380 yıl idare merkezi ve Osmanlı padişahlarının resmî ikametgâhı olmuştur.
Fatih, fetihten sonra bugünkü İstanbul Üniversitesi’nin bulunduğu yerde, “Eski Saray” adıyla bilinen bir saray yaptırmıştır. Daha sonra Tarihi Yarımada’nın en uç noktasında şimdiki sarayın yapımına başlanmıştır. Sultan 1. Mahmud tarafından Bizans surlarının yakınına yaptırılan ve önündeki selâm topları nedeniyle Topkapı Sahil Sarayı denilen büyük ahşap sahil sarayı bir yangında ortadan kalkınca, bu sarayın adı yeni saraya verilmiştir. Konumu itibariyle Haliç’i, Boğaziçi’ni ve Marmara denizini gören saray, şehrin ilk kuruluş yeri olarak bilinen Akropol Tepesi’nde olup, 5 km.yi bulan surlarla çevrili, 700 bin m² özel araziye sahip bir komplekstir.
Terk edildikten sonra da içinde pek çok görevlinin yaşadığı Topkapı Sarayı, önemini hiç kaybetmemiş ve zaman zaman onarılmıştır. Ramazan ayında padişah ve ailesi tarafından ziyaret edilen Mukaddes Emanetler Dairesi’nin bakımına ayrı bir özen gösterilmiştir. Bunun dışında saltanat hazinesi ve devlet arşivi burada muhafaza edilmiştir.
3 Nisan 1924’te halkın ziyaretine açılan saray, merkezî bir plâna göre değil, farklı padişahlar tarafından yaptırılan eklerle büyümüştür. Osmanlılar devrinde bir şehri andıran saray, sultan ve yakınlarının evi niteliğindeki Harem ve Devlet Üniversitesi Enderun ile padişahın devleti yönettiği, idari işlerin ve genel saray hizmetlerinin görüldüğü Birun’dan meydana gelmektedir. Sarayın iç surlarının çevresinde ise geniş bir dış avlu ve bahçeler yer almaktadır. Cumhuriyet dönemi boyunca sarayın farklı bölümlerinde onarımlar devam etmiş ve Topkapı Sarayı’nı eski sade güzelliğine kavuşturmuştur. Günümüzde de restorasyon çalışmaları devam etmektedir.
Bâb-ı Hümâyûn (Saltanat Kapısı)
Topkapı Sarayı’nın Ayasofya tarafındaki ana giriş kapısı Bâb-ı Hümâyûn’un hemen önünde 18. yüzyıl Türk sanatının en güzel örneklerinden olan “3. Ahmed Meydan Çeşmesi” yer almaktadır. Lale Devri padişahı 3. Ahmet tarafından Kayserili Mehmet Ağa’ya yaptırılan (1728-1729) çeşme, 10x10 m plân üzerine inşâ edilmiştir. Mimarîsi ve bezemeleriyle meşhur yapının her yüzünde birer çeşme, köşelerinde birer sebil bulunmaktadır.
Bâb-u Hümâyûn’un üzerindeki kitabede, “Bu mübarek kale, Allah’ın desteği ve rızası üzerine, güvenliği sağlamak maksadıyla, Sultan Mehmed Han’ın oğlu Sultan Murad’ın oğlu, karaların padişahı ve denizlerin hakanı, insanların ve cinlerin üzerinde Allah’ın gölgesi, Doğu'da ve Batı’da Allah’ın yardımcısı, su ve toprağın kahramanı, Konstantiniyye’nin fatihi ve fethin babası olan Sultan Mehmed Han’ın -Allah Teâlâ onun hükümdarlığını ebedi kılsın ve mekânını kutup yıldızlarından yüksek eylesin- emriyle, (Hicri) 883 yılının mübarek Ramazan ayında (Kasım 1478) imar ve inşâ edildi.” ifadesi yer almaktadır.
Bu ihtişamlı kapının üzerinde müsenna (karşılıklı) yazı ile Hicr Suresi’nin 45-48. ayetleri yazılı olup bu yazı, hat sanatı ve saltanat kavramı bakımından fevkalâde önemlidir. Kapının diğer yüzünde Sultan Abdülaziz’in tuğrasının üzerinde Saff Suresi’nin 13. ayetinden “Nasrun minallahi ve fethün kârîb ve beşşiril mü’minin [Ya Muhammed] (Allah’tan bir yardım ve yakında gerçekleşecek bir zafer! Mü’minlere bunları müjdele [Ya Muhammed])” ifadesi yer almaktadır. Bu ayet aynı zamanda mehter takımının ordunun hücumundan evvel okuduğu ayettir. Çeşitli dönemlerde tadilat gören kapının üzerinde bir köşk bulunduğu eski gravürlerde görülmektedir. Fakat bu köşk 1865’te çıkan bir yangında kül olmuş ve günümüze ulaşmamıştır.
Birinci Avlu - Alay Meydanı
Bâb-ı Hümâyûn’dan sonra sarayın birinci avlusuna girilir. Geçmişte sarayın halka açık tek bölümü olan bu avlu, çeşitli merasimlere ve alaylara sahne olmuştur. Aya İrini Kilisesi, Darphane Binası, Arkeoloji Müzesi, Eski Şark Eserleri Müzesi ve Çinili Köşk, bu avlu içinde geçmişten bugüne ulaşan eserler arasındadır.
Patrikhane Sarayı Kilisesi olarak inşâ edilen Aya İrini, avludaki en eski yapıdır. Yapı önceleri sarayın silah deposu iken, Fethi Ahmed Paşa zamanında bir arkeoloji müzesine, o müzenin 1894’te bugünkü binasına taşınmasının ardından da askerî bir müzeye çevrilmiştir. Günümüzde çeşitli konserlere ve aktivitelere ev sahipliği yapmaktadır. Geçmişte Birinci Avlu içinde yer alan atölyelerde sarayın çeşitli ihtiyaçları giderilmiş ve dış ülkelere gönderilecek hediyeler hazırlanmıştır. Bu avludaki hünerveran atölyesi, 19. yüzyılda Saray terk edilince, devletin sikkelerinin (paralarının) basıldığı darphaneye çevrilmiştir. Avlunun en enteresan köşelerinden biri de Cellât Çeşmesi’dir. Sarayın ikinci kapısı Bâbüsselâm’dan girmeden evvel sağ tarafta bu yapı görülebilir.
İkinci Avlu - Divan Meydanı
Orta Kapı Olarak da bilinen Bâbüsselâm adlı iki kuleli kapı, Topkapı Sarayı’nın asıl giriş kapısıdır. Günümüzde müze ziyareti bu kapıdan başlamaktadır. Sarayın ve Devlet-i Âliye-i Osmaniye’nin ihtişamını ortaya koyan ve Fatih Sultan Mehmed devrinde inşâ edilen bu kapıdan içeriye sadece padişah atıyla girebiliyordu. Herhangi bir vesile ile Harem’den dışarıya çıkan saray kadınları ise, saltanat arabaları ile içeri giriyorlardı.
Bâbüsselâm (Selâm Kapısı) Fatih devrinde yapılmış olmakla birlikte, üzerindeki iki kule Kanunî Sultan Süleyman devrinde yapılmıştır. Yabancı misafirler saraya girmelerine müsaade edilinceye kadar bu kulelerin içinde Kapıcıbaşı Ağası tarafından misafir edilmiştir.
Bâbüsselâm’dan içeri girildikten sonra Dîvân Meydanı’na, bir başka ifade ile Sarayın İkinci Avlusu’na girilmiş olur. Osmanlı devlet idaresi bu avlunun etrafında yer alan birimlere yerleşmiştir. Tahta geçiş (cülûs), bayramlaşma, elçi kabulü ve yeniçerilere maaş verme (ulûfe) merasimlerinin yapıldığı mekân da bu meydandır. Sancağı Şerif Mekânı da meydanın Bâb-üs Saâde Kapısı önündedir. Avluya girişten itibaren sağ tarafta saray arabalarının sergilendiği salon, devamında revakların arkasında da vaktiyle binlerce kişi için yemeklerin hazırlandığı Saray Mutfakları bulunmaktadır. “Porselen Koleksiyonu, yağhane, kiler, helvahane, şerbethane, Aşçılar Mescidi” bu bölümde görülebilecek yerler arasındadır.
Dîvân-ı Hümâyun toplantılarının yapıldığı yer ise, avlunun sol tarafında yer alan Adalet Kulesi’nin altıdır. Kubbealtı adıyla da bilinen bu mekânın hemen yanında silah koleksiyonunun sergilendiği Dış Hazine binası bulunmaktadır. Avlunun bu köşesinde Harem dairesinin Arabalar Kapısı, revakların arkasındaki alt kotta ise Baltacılar Koğuşu ile Has Ahır Avlusu görülmektedir. Avluda, Bâbüsselâm’ın solunda Sultan 3. Ahmed devrinde yapılmış olan iki çeşme, sağında ise Sultan 3. Selim dönemine ait bir namazgâh ile Bizans dönemine ait devasa sütun parçaları yer almaktadır.
Üçüncü Avlu - Enderun Avlusu
Önünde cülûs merasimlerinin yapıldığı Bâbüssaâde Kapısı’ndan sonra girilen Enderun Avlusu’nun etrafı kâgir yapılarla çevrilmiştir. Âdeta kale içinde bir “iç kale” gibi duran bu dokuz dönümlük bu mekâna, avlunun kapıları kapatıldığında girilmesi mümkün değildir.
Bâbüssaâde’den Üçüncü Avlu’ya girildiğinde karşılaşılan yapı “Arz Odası”dır. Yabancı elçilerin kabul edildiği bu odanın hemen arkasında “3. Ahmed Kütüphanesi”, avlunun sağ yanında “Enderun Mektebi, Meşkhâne, Seferli Koğuşu, Fatih Köşkü” bulunmaktadır. Avlunun sol yanında Mukaddes Emanetler’in saklandığı dört kubbeli Has Oda (Hırka-i Saadet Dairesi), Has Oda Koğuşu, Ağalar Camii yer almaktadır. Babüssaâde’nin iki yanında Büyük ve Küçük Oda Koğuşları, Akağalar Koğuşu ve Kuşhâne, karşıda ise Hazine Koğuşu, Silahdar Hazinesi, Kilerli Koğuşu bulunmaktadır.
Üçüncü Avlu’daki en önemli bölüm “Has Oda ve Mukaddes Emanetler Dairesi”dir. Bilindiği üzere Yavuz Sultan Selim’in Mısır’ı fethi sonrasında 1517’de Hilafet makamı Abbasilerden Osmanlı padişahlarına geçmiştir. Son Abbasi Halifesi 3. Mütevekkil’de bulunan Hazreti Muhammed’in (sav) hırkası Yavuz Sultan Selim’e verilmiştir. Halifeliğin Osmanlı Devleti’ne intikaliyle Osmanlı padişahları Peygamber Efendimiz’in (sav) aziz hatıralarıyla birlikte, Ehl-i Beyt’e ait olan veya Ehl-i Beyt’e atfedilen eşyaları yüzyıllar boyunca büyük bir özenle saklayarak günümüze ulaşmasını sağlamışlardır.
Topkapı Sarayı’nda bulunan Mukaddes Emanetler, 16. yüzyıldan 19. yüzyıl sonlarına kadar Osmanlı padişahlarına gönderilen dinî eserlerden meydana gelmektedir. Sarayın bu en özel kısmında Has Oda’da gümüş bir taht ve altın sandık içinde Hırka-î Saadet, Sancak-ı Şerif mahfazalarıyla sergilenmekte ve bu dairede hiç aksatılmadan Kur’ân-ı Kerim okunmaktadır. Destimal Odası’nda “Hz. İbrahim’in Tenceresi, Hz. Yusuf’un Sarığı, Hz. Musa’nın Asası, Hz. Davud’un Kılıcı, Hz. Yahya’ya ait rölikler ile Peygamber Efendimiz’in (sav) taş üzerinde bulunan ayak izi” yer almaktadır. Şadırvanlı Sofa’da, “Kâbe anahtarları ve olukları, Hacerü’l-Esved Mahfazası, Tövbe Kapısı ve Sahabe kılıçları”, Arzhane’de ise, “Efendimiz’in dişinden bir parça (Dendan-ı Saadet), Sakal-ı Şerifleri, Mühr-i Saadet, Name-i Saadet’i, kılıçları ve yayı” Osmanlı kuyumcuları tarafından yapılan özel mahfazalarında sergilenmektedir.
Dördüncü Avlu - Sofa-î Hümâyun
Has Oda'nın çift sıra sütunlu geniş revağının açıldığı yer, Sofa-i Hümâyun ya da “Mermer Sofa” olarak bilinen terastır. Çiçek bahçesi ve havuzlu mermer terastan oluşan bu mekân, Topkapı Sarayı’nın gözde mekânlarından biridir. Revakların önünde yer alan fıskiyeli havuzun geçmişte daha büyük olduğu, 17. yüzyılda Sultan 4. Murad ve Sultan İbrahim dönemindeki yapılaşmalar sebebiyle havuzun daraldığı ve terasın Haliç yönünde genişlediği bilinmektedir. Mermer Sofa’da Sünnet Odası, İftariye Kameriyesi, Revan Köşkü ve Bağdat Köşkü yer almaktadır.
Mermer Sofa’dan üç metre uzunluğundaki bir merdivenle Sofa-i Hümâyun’a (Lala/Lale Bahçesi) inilmektedir. Sofa Köşkü ile Hekimbaşı Kulesi’nin bulunduğu bu yer, aynı zamanda çiçek bahçesidir. Buradan Marmara Denizi yönünde inilen son terasta ise Mecidiye Köşkü ve Esvap Odası ile Sofa Camii yer almaktadır.
Harem Dairesi
Osmanlı tarihi hakkında yanlış anlaşılan ve yer yer o şekilde yansıtılan meselelerin başında “harem hayatı” gelmektedir. Kadını harem dedikodularının malzemesi olarak ele alan anlayışın, Osmanlı hareminin esasen bir “fazilet ve ahlâk mektebi” olduğunu bilmesi gerekir. Geçmişte evlerde, konak, köşk ve saraylarda genellikle iç avluya bakacak şekilde plânlanan, kadınların yabancı erkeklerle karşılaşmadan rahatça günlük hayatlarını yaşadıkları bölümlere “harem” adı verilmiştir. Harem kelimesi Arapçada “korunan ve mukaddes olan şey veya yer” manasına gelmektedir. Türk-İslâm kültüründe gerek halkın evlerinde gerekse saraylarda erkeklerin yaşadığı veya idarî işlerini yürüttüğü bölümle (selâmlık), ailenin yaşadığı bölüm (harem) birbirinden ayrılmıştır. Bu durum Osmanlı sarayı için de geçerli bir hususiyettir.
Kuruluş devrinde Osmanlı padişahları, câriyelerin yanı sıra komşu hükümdarların veya beylerin kızlarıyla evlilikler yapmışlardır. Padişahların yükselme devrinden sonra daha ziyade haremden câriye statüsündeki kadınlarla evlilik yapmalarının sebebi, üçüncü şahıslardan kaynaklanabilecek suiistimallerin önüne geçebilmektir. O dönemden itibaren sarayda padişahların aileleriyle birlikte oturdukları harem dairesi olmakla birlikte, teşkilâtlandırılması Fatih devrinde gerçekleşmiştir. İstanbul’un fethinden sonra Beyazıt’ta inşâ edilen ve “Eski Saray” olarak bilinen yerde bulunan harem, 16. asrın ikinci yarısında Topkapı Sarayı’na taşınmıştır.
Her odasının kapısının girişinde, duvarlarında âyetlerin, hâdislerin, duaların bulunduğu bir mekân olan Osmanlı haremi hakkında Batılılarca pek çok hayalî tasvir üretilmiştir. Ancak Batı saraylarında yaşananlara göre Osmanlı saray hayatı, hakikaten mukayese edilemeyecek kadar mazbuttur. Asırlar boyunca Avrupa saraylarında yaşanan zevk ve safahat âlemleri Batı kaynaklarında geniş yer tutmaktadır. Avrupalı için iktidar ve maddiyatın nihaî hedefi daima böyle bir hayatı temin etmek olmuş; bunun neticesinde kadınların onuru çiğnenmiş, bir mal gibi alınıp satılmış, yaşlandıktan sonra da hor gözle bakılmıştır. Batılıların geniş hayalleriyle süsleyip bire bin katarak anlattıkları gerçek dışı rivayetlere ve haremi hiç görmedikleri hâlde kaleme aldıkları kitaplara rağmen, Osmanlı harem hayatı asaletini her zaman muhafaza etmiş ve Müslüman-Türk ahlâkının beşiği olan aile hayatına leke sürülmemiştir. Padişahlar harem mensupları ile her zaman ölçülü bir yakınlık içinde bulunmuşlardır. Altı asırlık dönemde Osmanlı hareminin Türk-İslâm geleneğine uygun bir müessese olarak varlığını sürdürdüğü bir gerçektir. Zaten haremde bulunup da saraydan memnun olmadığı için kaçmaya yeltenen bir misal göstermek de mümkün değildir.
Topkapı Sarayı Harem Dairesi, 16. yüzyıldan 19. yüzyıl başlarına kadar geçen sürede çeşitli dönemlerin mimarî üslûp özelliklerini yansıtması sebebiyle mimarlık tarihi açısından çok önemli bir komplekstir. Harem Dairesi, sarayın ikinci avlunun içinde ve arka bahçelerinin üzerine kurulmuş; selâmlıktan ve idarî işlerin görüldüğü diğer avlulardan yüksek duvarlarla ayrılmıştır. Harem’deki yoğun yapılaşma ve örgütlenme, Kanuni Sultan Süleyman’ın Haseki Hürrem Sultan ve ailesiyle birlikte Topkapı Sarayı Haremi’ne taşınmasıyla başlamış ve 18. yüzyıla kadar da devam etmiştir. Üç yüzden fazla oda, dokuz hamam, iki camii, bir hastane, koğuşlar ve çamaşırlığın bulunduğu haremin genel yapısı, birbiri ardına sıralanan avlulardan oluşmaktadır. Bu avlular ile ayrılan kapı girişleri sonrasında koğuşlar, odalar, köşk ve hizmet binaları yer almaktadır.
#