Şefaat
“Gerçek şu ki, insanlar kendi iç dünyalarını değiştirmeden Allah onların durumunu değiştirmez.” (13/Rad, 11)
Kişinin kendi salih ameliyle Rabbine karşı sorumluluğunun da bilinciyle O’nun rızasını kazanmak için çaba göstereceğine ve bu bilinçle cehennemden kurtulmanın ve cennete kavuşmanın yollarını arayacağına nice insanlar ümitlerini şefaate bağlamışlardır.
Şefaatin İslam’ın bir öğretisi olmayıp, farklı inanç ve kültürlerin etkisinden kaynaklandığını dillendirdiğimizde, muhatap olunan kesim, yeterli düzeyde Kur’an-i bilgiye sahip olmamaları ve şefaate bel bağlamış olmanın refleksiyle yani ümitlerinin boşa çıkması korkusuyla hemen karşı duruşa geçmektedirler.
Şefaat, sözlük anlamı itibariyle araya girmek, iltimas etmek, yardım etmek, destek olmak, bir işe delalet ve tasavvut etmek ve aracı olmak anlamına gelen Arapça bir terimdir. (Fevzi Zülaloğlu, Yolumuzu Aydınlatan Kur’ani Kavramlar, Ekin Yay.)
Geleneksel kültürde ise şefaat; hesap gününde bunalan veya cehennemde bulunan mü’minlerin, hesap gününün sıkıntısından veya cehennemden kurtulmaları için Allah’ın sevgili kullarının (peygamber, veli vs.) onlar için aracılık etmeleridir.
Şefaate dayanak oluşturduğu belirtilen ayetlere bakacak olursak;
“Allah katında, kendisinin izin verdikleri dışında hiç kimsenin şefaati fayda vermez.” (34/Sebe, 23)
“Suçluları da yaya ve susuz olarak cehenneme sürdüğümüz gün; yalnız Rahman’ın huzurunda söz almış olanlardan başkaları şefaat edemezler.” (19/Meryem, 87)
Şefaat kavramı ilk defa Kur’an’da geçen bir kavram değil, bilakis cahiliye toplumunda çok iyi bilinen ve kullanılan bir kavramdı. Müşrikler kendi elleriyle yaptıkları putları, Allah’a yaklaştırıcı olarak görüyorlardı.
“O’nu bırakıp da başka dostlar edinenler, ‘Biz onlara sadece bizi Allah’a daha çok yaklaştırsınlar diye ibadet ediyoruz.’ diyorlar.” (39/Zümer, 3)
O kadar ki, hesap gününde de yine aynı putların şefaat edeceklerine ve kendilerini azaptan kurtaracaklarına inanıyorlardı.
“Allah’ı bırakıp, kendilerine ne zarar ne de fayda verebilecek şeylere tapıyorlar ve ‘İşte bunlar Allah katında bizim şefaatçilerimizdir.’ diyorlar.” (10/Yunus, 18)
Ayette yerilen müşriklere benzer şekilde Allah katında şefaatçiler olduğunu savunmak tek kelimeyle Allah’a yalan isnad etmektir ki bu O’nun için kesinlikle söylenemez. Böyle bir sav, önceki cahiliye toplumunda olduğu gibi, Kur’an’la ilişkisi sadece “Kutsal Kitap” sloganıyla sınırlı kalmış, anane ve hurafeleri kendine din edinmiş günümüz toplumunda da vardır. Bu toplumdaki insanlar Allah’ı doğru bir şekilde tanımamakta, tevhid akidesini ve Kur’an’ın din vurgusunu kavramamakta, İslam’ın iman ve salih amelden oluştuğu gerçeğini gözardı ederek ıslah edici / dönüştürücü bir amel ifa etmeden aracılar ve referanslarla hesap gününü atlatmayı düşünmektedirler.
Mesela;
“Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz.” (5/Maide, 18)
“Ateş bize sadece sayılı birkaç gün dokunacaktır.” (2/Bakara, 80) diyen Yahudilerle, Papa’nın günahı affetme uygulamasından da görüldüğü üzere, din adamlarının kendilerine şefaat edeceğini savunan Hristiyanlar yanlış din öğretilerinin toplumları nerelere götürebileceğinin en açık göstergeleridir. Oysa Allah, böyle bir tezi savunmanın yanlışlığını, hesap gününde kimseye öncelik tanınmayacağını, hiç kimseye de birilerine öncelik tanıma hakkı vermediğini Kur’an’da açık olarak belirtmektedir.
“Ateş bize sadece sayılı birkaç gün dokunacaktır” derler. Allah katından siz söz mü aldınız? diye sor. Eğer öyle ise Allah sözünden caymayacaktır. Yoksa Allah’a karşı bilmediğiniz bir şey mi söylüyorsunuz? Öyle değil, kötülük işleyip günahı kendisini kuşatmış olan kimseler, cehennemlikler işte onlardır.Onlar orada temellidirler. (2/Bakara, 80-81)
“Yahudiler ve Hristiyanlar, ‘Biz Allah’ın oğulları ve sevgilileriyiz’ dediler. ‘Öyleyse günahlarınızdan ötürü size niçin azap ediyor?’ de. Bilakis siz O’nun yarattığı insanlarsınız. Allah dilediğini bağışlar, dilediğine azap eder. Göklerin, yerin ve ikisi arasındakilerin hükümranlığı Allah’ındır.Dönüş O’nadır.” (5/Maide, 18)
Ayetlere baktığımızda açıkça görmekteyiz ki, Allah katında ayrıcalıklı bir kişi, sınıf ve zümre bulunmamakta, O’ndan başka dost ve yardımcı gibi bir algı kesinlikle kabul edilmemektedir. Kötülükleri karşılığında tevbe etmeyip, bilakis kötülükleri kendilerini kuşatmış olanlar da cehennemde ebedi kalacaklardır.
“Ey inananlar! Hiçbir alışverişin, hiçbir dostluğun, hiçbir şefaatin olmadığı günün gelmesinden önce size verdiğimiz rızıktan hayra sarfedin. İnkar edenler ancak kendilerine yazık edenlerdir.” (2/Bakara, 254)
“Kimsenin kimseden faydalanamayacağı, kimseden bir şefaat kabul edilmeyeceği, kimseden bir fidye alınmayacağı ve yardım görülmeyeceği günden sakının.” (2/Bakara, 48)
Kur’an nazil olmaya başladığı ilk yıllardan itibaren daima şirkle kavga halinde olmuştur. Kur’an’ın geneline baktığımızda şefaatçilik, bir tür şirk olarak ele alınmıştır, bu yüzdendir ki aynı kaynağın şefaatçilik anlayışını desteklemesi kesinlikle beklenemez. Kur’an’da anlatılan müşrik toplumun inancına baktığımızda, Allah’ı inkar etmediklerini, bilakis kendilerini yaratanın, göğü ve yeri yaratanın, rızık verenin ve ölümünden sonra yeryüzünü diriltenin Allah olduğuna inandıklarını görürüz.
“Allah, insanlara öğretilerini Peygamberler yolu ile bildirmiş, cennet ve cehennemin yolunu öğretmiş ve göstermiştir. Cennete gitmek için öğretilerinde gösterdiği şekilde Allah’a inanıp kulluk yapmak gerektiğini, Allah’a inanmayan ve gösterdiği şekilde kulluk yapmayanların cehenneme gideceğini ve orada ebedi olarak kalacaklarını açıkça ortaya koymuştur.Durum bu kadar net ve yol bu kadar açık seçik olmasına karşın, inancı başka şeylerle bulanmış ve kulluk görevlerini yerine getirmeyen kimileri, görev ve sorumluluklarını yerine getirmeden kestirme yollardan veya başkalarının üzerinden mükafat almak veya cezadan kurtulmak istemektedirler.Onun için şefaatin mantığı, dinin kesin ve açık öğretilerine inanıp salih amel işleyenleri cennete, inkar edip kötülük işleyenleri de cehenneme koyacağını belirten Allah’ın adaletine ve verdiği söze aykırıdır.” (İbrahim Sarmış, İslam’ı Doğru Anlama Bağlamında Şefaat İnancı)
Şefaat, Allah’ın günahkar kullarını bağışlaması için başka bir kapı mıdır? Yoksa kısmi bir af yöntemi mi? Biz biliyoruz ki Allah, hesap günü gelmeden önce tövbe eden günahkar kullarını, herhangi bir aracıya gerek olmadan affedeceğini ve cennetine koyacağını belirtmektedir.
“Onlar kötü bir şey işlediklerinde veya kendilerine haksızlık yaptıklarında Allah’ı anarlar, günahlarının bağışlanmasını dilerler. Günahları Allah’tan başka bağışlayan kim vardır? Onlar, yaptıklarında bile bile ısrar etmezler. Onların hareketlerinin karşılığı, Rablerinden bir bağışlanma ve altlarından ırmaklar akan, içinde ebedi kalacakları cennetlerdir. İyi davrananların ecri ne güzeldir.” (3/Al-i İmran, 135-136)
Şefaat kavramı, şefaatçilerce bulandırıldığı gibi, kimlerin kimlere şefaat edeceği konusu da tam bir muammadır. Bununla ilgili rivayetlere bakacak olursak;
“Şehitlere dua ediniz. Onlar, istedikleri kişilere şefaat ederler.” (İbn-i Hanbel, 1/5)
“Ümmetimden tek adam, insanlardan çok kişiye, kabileye, gruba, üç kişiye şefaat eder.” (İbn-i Hanbel, 3/20)
“Yetmiş kişiye şefaat ettirilir.” (İbn-i Hanbel, 4/131)
“Allah, meleklere ve peygamberlere şefaat etmesini emretti.” (Nesai, Tatbik, 81)
Aynı şekilde rivayetlere baktığımızda, kimin önce veya sonra şefaat edeceği, kimlerin kaç kişiye şefaat edeceği gibi konularda da birçok çelişki görebilmekteyiz. Örneğin, rivayetlerin bazılarında hesap gününde bunalan mü’minlere şefaat edileceği belirtilirken, kimi rivayetlerde de şefaatin cehennemden kurtuluş için yapılacağı belirtilmektedir. Tüm bunlardan anlaşılmaktadır ki, şefaatin ne anlama geldiği, şefaatçiler, şefaat edilecek kimseler ve nerede şefaat edileceği gibi hususlar belirsizlik arz etmektedir.
Nakledilen birçok hadiste de Hz. Peygamberin nasıl şefaat ederek mü’minleri cehennemden çıkarıp cennete sokacağı anlatılmaktadır. Örneğin;
“Bana, ‘Ey Muhammed! Başını kaldır. Söyle söylediğin dinlenir, iste istediğin verilir, şefaat et şefaatin kabul edilir’ denir. Ben de ‘Ey Rabbim! Ümmetim, ümmetim’ derim.” (Buhari, 6519)
“Bana, ‘Haydi git ve kalbinde hardal tanesi miktarından daha az iman olanı cehennemden çıkar’ denir. Ben de gider, söyleneni yaparım.” (Buhari, Tevhid, 36/2)
“Ben kıyamet günü Ademoğlu’nun efendisiyim. Kabri ilk açılan ben olacağım. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen de ben olacağım.” (Müslim, İman, 327-328)
“Ben kıyamet günü Ademoğlu’nun en hayırlısıyım ama övünmem. O gün, başka bütün peygamberler hep benim bayrağım altındadır. İlk şefaat eden ve şefaati kabul edilen benim.” (İbn Mace, Zühd, 37)
Yukarıda sıraladığımız hadislere baktığımızda açıkça görürüz ki, bunların hepsi, Kur’an’daki hesap gününde hiç kimsenin kimseye faydasının olamayacağı, herkesin kendi yaptıklarının karşılığını bulacağına vurgu yapan ayetlerle tam bir zıtlık arz etmektedir. Çünkü, ahlakı Kur’an olan Allah Rasulü’nün kendi insani yapısına ve Kur’an’ın hükümlerine ters olan bu sözleri söylemiş olması imkan dahilinde değildir.
“Sözün özü; her günah işleyenin kafir olacağını söylemek, ne kadar ölçüsüzlük, aşırılık ve haksızlık ise, amel ile imanın sözde ayrılığı tezine sarılarak ne kadar günah işlerse işlesin, kişilerin yine de mü’min kalacağını ve eninde sonunda cezadan kurtulacağını söylemek de o kadar ölçüsüzlük, tutarsızlık ve İslam’ın bütünlüğü anlayışına aykırıdır. Çünkü bunun hiçbir garantisi yoktur. Küçük günahlar üzerinde ısrar etmenin bile büyük günah olduğu ve cehenneme götürebileceği unutulmamalıdır.” (İbrahim Sarmış, İslam’ı Doğru Anlama Bağlamında Şefaat İnancı)