SENİ SEVİYORUM AKASYA
İbrahim AÇILAN
Bahar geliyor. Havalar biraz daha ısınacak ve o, kuru, dikenli görüntüsünü atarak bembeyaz, salkım salkım çiçekleriyle boy gösterecek. Kimisi “ Oh, ne güzel kokuyor” diyecek, kimisi
“Akasyalar açarken “ şarkısını mırıldanacak. Bana ise bambaşka şeyler hatırlatacak akasya. Ben seni çok seviyorum akasya. Neden mi ? Ben sana o kadar çok şeyler borçluyum ki…
Zor bir çocukluktu benimki. Babam küçücük dükkanında ayakkabı tamir ederdi. Kıt kanaat ama şikayetsiz yaşar giderdik. Evimizin ufacık bir bahçesi vardı ama bir karışı bile boş değildi. O ufacık bahçede yirmi yedi ayrı çeşit gül olduğunu hasretle hatırlarım.
Bahçemizin en güzel yerlerinden biri de kocaman akasya ağacının altı idi. Baharla birlikte altına konan tahta sedir gündüz mahalledeki komşu kadınların, akşamları da bizim zevkle oturduğumuz, huzur bulduğumuz bir köşe idi. Çiçekli zamanında onun çiçeklerinin ve ona karışan hanımeli kokusunun hayranıydık hepimiz.
O bahar bir başka güzeldi benim için. Babamın asker arkadaşı bana bir kuzu armağan etmişti. Kulakları ve gözlerinin çevresi dışında kar yumağı gibi bembeyaz bir kuzu. Dünyalar benimdi artık. Adını “ Karagöz” koymuştum. Yemini, suyunu ben veriyor, her fırsatta onu seviyordum. O da benim peşimden hiç ayrılmıyordu.
Bir akşam babam eve geldiğinde yüzünden düşen bin parça idi. Yemekten sonra anlattı sıkıntısını. Dükkânının yerine yeni bir bina yapılacağından çıkmasını istemişlerdi. Bu, gerçekten büyük bir sıkıntı idi. Dükkân bulmak da istenen kiraları verebilmek de imkansıza yakın zor idi. Ne yapacaktık? Üstelik de Ramazan ayı yeni başlamıştı. Bir çözüm bulunmalıydı. Çarşı içinde bir yeri gözüne kestirmişti babam. Hiç kullanılmayan, küçücük, üçgen biçimli bir yerdi. Oraya taşınabilir bir dükkan yapacaktı. Önce belediye başkanına açtı isteğini, ama kabul ettiremedi. Ne olacaktı? Vazgeçmek mi? Sarı Mahmut’un sözlüğünde pes etmek yoktu ki. Oraya, o seyyar dükkan mutlaka olacaktı. Beni oturttu karşısına. Çözümü bulmuştu ama iki fedakârlık gerekiyordu. Dükkanın keresteleri için akasya kesilecek, masraflar için de benim “Karagöz” satılacaktı. İkisi de birbirinden zordu çocuk yüreğime. Katlandım. Başka çare de yoktu zaten. Karagöz’ün parası ile akasyamızın kerestesi Süleyman Usta’nın dükkanına gitti. Tekerlekli dükkân birkaç gün içinde bitmiş, duvar vazifesi gören kontraplaklar maviye boyanmıştı. Bir akşam herkes teravih namazında iken tekerlekli dükkânı getirip yerine koyuverdik. Ertesi gün babam camlarına yerleştirdiği çiçeklerin arasında çalışmaya başlamıştı bile. Dükkân oraya apayrı bir güzellik katmıştı. Birkaç gün sonra dükkana uğrayan belediye başkanı da “Usta, kolay gelsin , bir müddet burada çalış bakalım” diyerek gayri resmi izni vermişti. Babamın , dükkânın köşesinde yetiştirip elektrik direğine sardırdığı hanımelinin kokusu çarşıyla bütünleşmişti kısa zamanda.
Babam vefatına kadar o dükkânda çalıştı. Çok çok iyi bir usta olduğu ve hayat şartları yüzünden bir çok günlük işte çalıştırdığı halde, babam bana mesleğini öğretmedi. Sebebini sorduğumda “ Ben elin ayakkabıları ile ömür boyu uğraştım, mesleğimi öğretirsem mesleğim var diye okumazsın, oku da benim çektiğim sıkıntıyı sen de çekme” derdi. Her zaman olduğu gibi yine haklıydı. Mekânı Cennet olsun.
Ben de, kardeşim de o dükkânda kazanılan para ile okuduk ve meslek, ekmek sahibi olduk.
Ne zaman bir akasya görsem, hele bir de o salkım salkım çiçekleri üzerindeyse, çocukluğumu, Karagöz’ümü, bahçemizi ve babamın kontraplak dükkânını hatırlarım. Belki de aldığım her maaşta, yediğim her lokmada o akasyanın tadı ve kokusu var. BEN SENİ ÇOK SEVİYORUM AKASYA…
#