Geyvelilerden mağara macerası
Yazı Boyutu: |
İstanbul uykudayken şehri seyretmek müthiş keyifli... Yirmi milyona yaklaşan nüfusuyla gün boyu insanı yoran, hırpalayan şehir, gece boyunca sessizliği ve sakinliğiyle insanı rahatlatıyor. Şehir uykudayken biz ayaktayız. Türküler eşliğinde yola koyuluyoruz. Sabahın altısında, dört maceracının türkülerin insanın içini ısıtan sıcaklığı ile tabiatın kollarına kendisini bırakması müthiş bir duygu. Yol ekibimiz İbrahim Tenekeci, Yusuf Genç, Kerim Akbulut ve ben. Selçuk Özel, Geyve’den bize katılacak. İlk durağımız Arifiye oluyor. Her zamanki gibi tren raylarına birkaç metre mesafedeki çay bahçesinde oturuyor; çay ve poğaça eşliğinde kahvaltımızı yapıyoruz. Ve Geyve... Her zaman olduğu gibi lokantaya uğrayarak çorbalarımızı içiyoruz. Sonra Selçuk Özel geliyor. Geyve’den eksiklerimizi tamamlayarak ayrılıyoruz. Pamukova’yı geçtikten sonra aracımızı sağa kırarak dağa doğru tırmanışa geçiyoruz. Dağın zirvesine yakın yamaçlarda kurulu olan, evlerinden eski yerleşim yeri oldukları belli olan Kadıköy ve Bakacak köylerinin içinden geçiyoruz. Bakacak köyünden sonra rakım yükseliyor. Yol boyu ilerlerken beklenmedik bir sürprizlerle karşılaşıyoruz. En çok sevdiğim meyvelerin başında gelen ahlat ağaçlarını görünce çocuklar gibi oluyoruz. Ahlat bizim oraların çok nadir bir meyvesidir. Bizim köyde ahlat ağacı olmadığından, ahlat toplamak için gecenin köründe merkep sırtında saatlerce başka köylere tehlikeli yolculuklar yapardık. Ahlatlara ulaşınca da adeta bayram ederdik. Yol boyunca bizi selamlayan ahlat, armut, yabani elma, yabani erik ağaçlarından arabamızı durdurarak göz hakkımızı alıyoruz. Bakacak köyünü geçtikten sonra terk edilmiş devasa bir çiftlikle karşılaşıyoruz. Selçuk, bu çiftliği Cem Uzan’ın kurduğunu söylüyor. Cem Uzan siyasete girip yaşadıklarından sonra çiftliğe devlet el koymuş. Çiftliğin terk edilmiş görüntüsü hakikaten insanın canını sıkacak cinsten. Çiftliğin bu hali bize çok şey anlatıyor. Eski Yayla köyü, arabamızla gideceğimiz son nokta oluyor. Rakım Bu arada yağmur yeni yağmış ve yağmurdan sonra toprağın ve yeşilin gülümseyen yüzü ortaya çıkmış. Büyükşehirlerde hasret kaldığımız bu güzelliği doyasıya yaşıyoruz. Yol boyu tek tük insanlarla karşılaşıyoruz. Hepsinin elinde ya kova ya da sepet var. Bu kovalarla ne yaptıklarını soruyoruz. Mantar toplamaya çıktıklarını söylüyorlar. Kanlıca mantarı zamanıymış. Biz mesajı alıyoruz. Sekiz kilometrelik yolu tamamladıktan sonra, yolun sağında, derenin kenarında mola veriyoruz. Bizim ıskaladığımız, bir kısmının üzerine basarak geçtiğimiz kanlıca mantarlarını İbrahim eliyle koymuş gibi buluyor. Tabi ki bize de ateşi yakmak düşüyor. Yusuf’la ateşi yakmak için uzun bir süre uğraşıyoruz, başarılı olamayınca Selçuk imdada yetişiyor ama nafile. Manzarayı gören İbrahim, bir taraftan gülerken, bir taraftan da ateş yakma konusunda uzman olduğunu bizim beceriksizliğimiz karşısında tescillemiş oluyor. Ateşin közünde ilk elden ulaştığımız kanlıca mantarlarını közleyerek afiyetle yiyoruz. Bu arada biraz ileriden Yusuf’un yılan var demesiyle bir hareketlilik yaşanıyor. Her gezimizde istisnasız karşılaştığımız yılanlara bir yenisini daha ekliyoruz. Yılan bir metre boyunda kocaman ağzı ile oldukça ürkütücü olan bir zehirli engerek yılanı. Yılanı bir süre inceliyor ve sonra bırakıyoruz. Mağaraya doğru… Mola verdiğimiz yerden saat 14.00 gibi ayrılarak, iki yüz metre kadar ilerden sola dönerek bir vadiye giriyoruz. Değişik ağaçların oluşturduğu orman güzelliğiyle bizi büyülüyor. Bir süre tırmandıktan sonra istediğimiz yerde, büyük bir kayanın dibindeyiz. Hayatımızda yeni bir sayfa daha açılıyor. Kanyona inme, dağa tırmanmanın yanında mağaraya da girmiş olacağız. Çok heyecanlıyız. Etrafta mağarayla ilgili herhangi bir tabela mevcut değil. Buna seviniyoruz, belli ki bu mağaraya insan eli pek değmemiş. Kayanın dibinde bir insanın ancak geçebileceği kadar bir yarık var. İçerden güçlü bir şekilde akan suyun sesini duyuyoruz. Ayakkabılarımızı çıkarıyoruz ve el ve kafa fenerlerimiz olduğu halde mağaraya giriş yapıyoruz. Bizi mağaranın içinde soğuk hava dalgası karşılıyor. Mağaranın içinden akan suyla ayaklarımız temas edince ürperiyoruz. Suyun soğukluğu karşısında iliklerimize kadar titriyoruz. Bu beklenmedik durum karşısında işimizin çok zor olduğu bir gerçek. Mağaranın içinden akan su orta ölçekli bir kentin içme suyunun karşılayacak kadar gür akıyor. Mağaranın içi elli santim ile iki metre genişliğinde, iki ile üç metre arasında yükseklikte. Mağarada sarkıt ve dikitlerin oluşturduğu şekiller ve ışık oyunları görülmeye değer. Gördüğümüz güzellik karşısında şaşkınlığımızı gizleyemiyoruz. “Bunu yapan insan olamaz” denir ya, hakikaten öyle… Bütün bu manzaraları görünce Allah’a şükrediyoruz. Yüz metre kadar ilerledikten sonra ilk engelle karşılaşıyoruz. Karşımıza orta ölçekli bir şelale çıkıyor. Yüksekten akan su büyük bir çukur ortaya çıkarmış. Bir noktaya kadar, suyun derinliğini ölçme imkânımız oluyor. Sonrası soru işareti… Zorlu bir kanyon tecrübesi yaşamış, buna benzer engelleri yılmadan aşmış bir ekip olarak, hemen işe koyuluyoruz. Mağaradan dışarı çıkıyor ve yedi-sekiz metre uzunluğunda iki ağacı bulup kesiyor, sonra bu ağaçları zorlu bir uğraştan sonra şelaleye kadar getirmeyi başarıyoruz. Bu, neredeyse iki saatimizi alıyor. Ağaçları şelalenin oluşturduğu çukur boyuna uzatarak, bir köprü oluşturuyoruz. Şelaleyi ilk geçen ben oluyorum. Böylece kanyondaki çevikliğimin bir tesadüf olmadığını gösteriyorum. Şelaleyi geçtikten sonra, önümüze çıkan diğer engeller bizi fazla zorlamıyor. Engelleri birer ikişer aşarak ilerliyoruz. Dönüş daha kolay oluyor. Saat 14.00’da girdiğimiz mağaradan 18.00 civarında dışarıya çıkıyoruz. Hava kararmak üzere... Hemen kamp yerini hazırlamamız lazım. Yarım saatlik zamanımız var. Ama inanılmaz bir yorgunluk hissediyoruz. Ayaklarımızda mecal kalmamış, dizlerimizin bağı çözülmüş. Yürümekte zorlanıyoruz. Mağaradaki havasızlık ve suyun soğukluğu karşısında vücut direncimiz tamamen kırılmış. Kanyon seferlerinde daha çok enerji harcamamıza rağmen, bu kadar yorgun ve bitkin düşmemiştik. Zorlanarak da olsa aşağıya iniyoruz. Kamp yerinde Mağaranın çıkışında kaybolan su, Dereden akan suyun sesi bizi dinlendiriyor. Su ile aramızda yarım metre bile yok. Selçuk arkadaşımızın suya sırtı dönük olduğu halde arkaya dönmeden elini uzatarak bardağa su dolduruşu görülmeye değerdi. Ateş gürül gürül yanıyor ve ateşin etrafında kümelenerek oturuyoruz. Ateşin sesi, su sesi ve dost sesi birbirine karışıyor. Gökyüzünde yıldızlar, ateşin etrafını çevirmiş olan beş dostun ormanın kucağında gönül muhabbetine şahitlik ediyor. Saatler ilerlemeye başladıkça, ormanın derinliklerinden sesler gelen sesler de artıyor. Çakalların ulumaları gecenin sessizliğini bozuyor. Kamp yaptığımız yer ormanın tam merkezinde yer alıyor. Her an yabani bir hayvan tarafından ziyaret edilmemiz sürpriz olmaz. Çünkü onlar ev sahibi, bizler ise misafir. Mağara hepimizi bitkin düşürüyor. Ateşin sıcaklığı karşısında daha fazla dayanamıyoruz. Vücudumuz sıcağın karşısında gevşiyor. Hemen battaniyeye sarılarak uyumaya başlıyorum. Derin bir uyku çekiyorum. Ara sıra İbrahim’in sesini duyuyorum ama uyku daha ağır basıyor. Uyandığımda saat 5.00’dı. İbrahim’in hiç uyumadan bu saate kadar ayakta durması normal; fakat Yusuf’u ayakta görünce şaşırıyorum. Uludağ eteklerinde geceyi uyuyarak geçiren Yusuf, bu defa tam tersini yaparak geceyi uyumadan geçiriyor ve böylece uykucu imajını da yıkmış oluyor. Selçuk ile Kerim derin uykuda. Akşamdan sabahın beşine kadar, İbrahim Yusuf’a ok gibi ilkel silahların yapımını öğretmiş. Uyandığımda, Yusuf’u ok talimi yaparken buldum. Gecenin içi Nöbeti İbrahim ve Yusuf’tan devralıyorum, onlar da uykuya dalıyorlar. Bir elimde tüfek, bir elimde el feneri, pür dikkat etrafı dinliyorum. Bu saatler ormanın en tehlikeli saatleri, çünkü yabani hayvanlar bu saatlerde su kenarına iner. Çakal ulumaları tekrar gelmeye başlıyor. Ama bu defa sesler çok yakından duyuluyor. Bütün arkadaşlar uykuda. Tedirgin oluyorum. Bir ara çakalın çok yakınımızda olduğunu çıkardığı seslerden anlıyorum. Sesin geldiği yöne doğru koşuyorum. El fenerini o yöne doğru doğrultuyorum. Geç kalıyorum, çakal uzaklaşıyor. Sabaha kadar ormana çiğ düşüyor. Her taraf sırılsıklam... Ateş olmasa, biz de sırılsıklam olacağız. Saat 7.00’de ayaktayız. Ateş yanmaya devam ediyor. Sabahla birlikte ormanın kokusunu ciğerlerimize çekiyoruz. Bu güzellikler karşısında inancımız artıyor, imanımız tazeleniyor. Ormanın kucağında güzel bir gece geçirmenin mutluluğu bütün ekibin yüzünden okunuyor.Bakalım bundan sonra hangi sürprizler bizi bekliyor. |
http://www.sakaryabolgehaber.com/?NetPaper.ANKAmedya=NEWS&NEWS_CODE=1498&sayfa=22#start |