Anadolu’dan Suriye’ye Uzanan Şefkat Eli
Anadolu’dan Suriye’ye Uzanan Şefkat Eli
Eğitim ve öğretim yılının ilk günleriydi. Ahmet öğretmen birinci sınıfı okutacağından dolayı her zamankinden daha heyecanlıydı. Sendikaların kıyafet serbestliğine rağmen takım elbisesini özenle giymiş, kravatını takmış okula gitmişti.
Öğretmen arkadaşlarıyla kısa bir görüşmeden sonra öğrencileriyle tanışmış, hepsiyle sohbet etmişti. Çocukların gözlerinden okunan heyecan Ahmet öğretmeni daha da mutlu etmişti. Akşam ders çıkışı evine daha doğrusu otoparka doğru yürümeye başlamıştı. Her gün okula gelirken ve giderken yaklaşık iki kilometre uzaktaki otoparka arabasını bırakarak yürüyerek okula giderdi. Otomobilini öğlenciler çizdikleri için mi ya da spor yapmak için mi yürüdüğünü kimse bilmezdi. Yavaş yavaş yağmur yağmaya başlamıştı. Elinde şemsiyesi aheste aheste aracına yürürken bir çocuğun aniden ayaklarının arasına
"Beni kurtar" dercesine daldığını fark etti; düştü düşecekti. Dengesini zor toparladı, çocuğu uzaklaştırmaya çalıştı ama bu öyle kolay olmadı. Birkaç dakika sonra çocuğun gözlerindeki korku, yalvarma ve sığınma duygularının karıştığı bakışları onu daha da yumuşattı. Çocuğun elini tutarak yürümeye devam ettiler. Ara sıra çocuğa bir şeyler soruyor fakat cevap alamıyordu, belli ki bu çocuk Türkçe bilmiyordu.
O yıllar Suriyeli birçok göçmen ailenin Türkiye'ye sığındığı yıllardı. Televizyonda her gün göçmenleri taşıyan ve alabora olup yüzlerce insana mezar olan teknelerden; denizlerde kıyıya vuran hayatlardan bahsediliyordu. Hele deniz kenarında cesedi sahile vuran çocuk haberleri, Ahmet öğretmenin en çok etkilendiği ve hayatını değiştireceği sahnelerdendi. ‘‘Öncelikle çocuğu eve götüreyim karnını doyurayım sonra göçmen dairesine götürürüm’’ diye kendi kendine söylendi.
Otomobilini evine doğru sürerken hayat çizgisinin ne denli değişeceğini nasıl bilebilirdi ki? Yarım saat sonra kapının ziline dokundu. Eşi Fatma hanım kapıyı açınca şaşkınlıktan az kalsın küçük dilini yutacaktı. Ahmet öğretmenin eşi de öğretmendi. Aynı okulda öğretmenlik yapmıyorlardı ama birbirlerine sınırsız bir sevgileri vardı, başından geçenleri eşine anlattı. Evdeki şaşkınlık artarak devam ediyordu. Çocuğa adın ne diye sorduklarında cevap alamıyorlar; birkaç kelime dökülen ağız, ağlayarak bir müddet sonra susuyordu. Fatma öğretmen kâğıt kalem getirerek çocuğa verdi, el işareti ile anne ve babasını anlatmasını istedi. Çocuk anne baba ve otomobil resmi çizince yetim ve öksüz olduğu anlaşıldı. Hemen yiyecek bir şeyler getirdiler. Yiyecekler o kadar kısa zamanda tükendi ki çocuğun günlerce aç kaldığı anlaşılmıştı. O akşam karı koca arasında çocuğun geleceği hakkında saatlerce konuştular. Sonunda durum aydınlanıncaya kadar çocuğun bir
müddet evlerinde kalmasına karar verdiler. Karısı Fatma Hanımın İki çocuğu vardı, bu çocuk üçüncüsü olsun diyerek önce anne olduğunu bir kez daha dile getirdi.
Bir ay boyunca, yapılan resmî araştırmalarda çocuğa ait bir kimlik veya anne babasına dair bir kayıt bulamadılar. Göçmen dairesinde çocuğu evlat edinmek isterlerse kendilerine her türlü bürokratik kolaylığı sağlayacakları ifade edildi. Artık evlerine yeni bir nefes daha katılmıştı. Karı koca çocuğa bir isim koymaları gerektiğine karar verdiler. Fatma Hanım büyük dedesi Halit Ağa’nın ismini teklif edince çocuğun ismi belli olmuştu: Halid bin Türki. Okullar açılalı yaklaşık iki ay olmuş, öğrenciler hemen hemen okumaya yazmaya başlamışlardı. Hâlbuki kendi okuluna kaydettirdiği Halit bin Türki bırakın okumayı yazmayı; konuşmayı bile unutmuş gibiydi. Yaşadığı travmalar, bomba sesleri, çocuğu her sese duyarlı yapmış; çektiği açlık ve sefalet sonucu bir deri bir kemik kalmıştı. Ayrıca baba ve annesini kaybetmesi çocuğu resmen canlı bir cenazeye çevirmişti. Ahmet öğretmen, kendi çocuklarından fazla evlatlığına zaman ayırıyor; kelime kelime Türkçe öğretmeye çalışıyordu. Türkçe dizileri beraber seyrediyor; müzik dinliyorlardı. Her akşam en az bir iki saat Türkçe ders yapılıyor adab-ı muaşeret kuralları öğretiyordu. Zaman çabucak geçmiş eğitim ve öğretim yılının sonunda Halit az da olsa Türkçe okumaya ve yazmaya başlamış, sınıf arkadaşları da onunla kaynaşmıştı. Artık oyunlarına onu da alıyorlar hatta şakalaşıyorlardı. Ahmet öğretmen bu tablodan oldukça memnundu. Ne de olsa bir çocuğu yaşatmanın hayata döndürmenin sevincini yaşıyordu. Varsın yorulsun, varsın daha çok çalışmak zorunda kalsındı, bu çocuk ona yük ve sorumluluk getirdiği gibi canlılık da getirmişti. Artık hayata daha sıkı tutunuyor, insanlara adeta gülücükler saçıyordu. Öğretmen arkadaşları ile daha çok diyaloglara giriyor, memleket meselelerini ve eğitim konularını tartışıyordu. Arkadaşlarının ona Suriyeli öğretmen demeleri bile hoşuna gidiyordu.
Üç yıl sonra
Halit artık sınıfın diğer öğrencilerini seviye olarak yakalamış en az onlar kadar güzel Türkçe konuşmaya başlamıştı. Görsel sanatlar dersinde Ahmet öğretmen çocuklara kelime çağrışım oyunu oynayacağız dedi. Çocuklar A4 kâğıdının ön yüzüne bir kelime yazıyor arka yüzüne ise o kelimenin çağrışımını yazıyorlardı. Diğer öğrenciler bu çağrışımı bilebilirlerse alkış alıyorlardı. Öğrencilerden biri kâğıdın ön yüzüne anne çağrışımın bölümüne ise süt yazınca gülüşmeler kopmuş, diğer bir öğrenci baba yazdığı kâğıdın çağrışım yüzüne para yazınca ‘‘aaa!’’ diye homurtular yükselmişti. Ahmet öğretmen sen ne yazdın diye sormuş, Halit bir tarafa öğretmen çağrışım bölümüne fedakârlık yazdım deyince öğrenciler arasında büyük bir alkış tufanı kopmuştu.
Herkes için olduğu gibi onun için de hayat her zaman düz bir çizgide devam etmiyordu. Kırgınlıklar, hayal kırıklıkları, üzüntüler de vardı, olağan yaşamın içinde tabi.
Ahmet öğretmen genelde bütün veliler tarafından sevilen bir öğretmen olmasına rağmen az da olsa anlaşamadığı veliler de vardı. Sorun velilerin çocuklarına yüksek sınav puanı verilmesini istemelerinden kaynaklanıyordu. Hatta bu yüzden öğrencisi Erdi’nin annesi ile tartışmışlar, Ahmet öğretmen velinin isteğini ‘‘sizin çocuğunuz matematik sınavından yetmiş puan almış onu yüz yapmam öğrencinize ve diğer öğrencilere haksızlık olur’’ diye reddetmişti. .Aradan geçen zaman içinde bu küçük tartışmayı çoktan unutmuştu. Ta ki bir gün okul müdürü tarafından odasına çağrılıp hocam hakkınızda soruşturma için gelen maarif müfettişi sizinle görüşmek istiyor diyinceye kadar. Hâlâ tam olarak ne için çağrıldığını anlayamamıştı. Onlarca yıllık öğretmenlik hayatında bir ilki daha yaşamış hiç soruşturma geçirmediğinden heyecanlanmış ve irkilmişti ‘‘çiğ et yemedim ki midem ağrısın’’ dedi kendi kendine. Herhalde basit bir şey, sıradan bir savunma diye düşünerek olayın kısa sürede kendi lehine sonuçlanacağına o kadar ikna olmuştu ki… Maarif Müfettişi ile ayrı bir odaya geçtiler,
Müfettiş: "Hocam Hakkınızda şikâyet var." Ahmet Öğretmen: "Ne ile ilgili." Müfettiş: Öğrenciniz Erdi’nin annesi Müberra Hanım çocuğunu dövdüğünüzü, küçük düşürdüğünüzü; Suriyeli öğrenciyi koruyarak çocuğunun psikolojisini bozduğunuzu, öğrenciler arasında ayrım yaptığınızı iddia etmektedir.
Ahmet öğretmen: "Yıllarca öğretmenlik yaptım, halen de devam ediyorum. Beni ben yapan en büyük değer, bütün öğrencilerime eşit davranmamdır. Sevgi ve saygıyı esas alan bir eğitim neferiyim. Suriyeli öğrenci meselesine gelince; öğrenciler bir gün teneffüste ufak bir münakaşa yapmış ve kazara Erdi'nin tableti kırılmış, olay bana anlatılınca teneffüste sınıfa çıkarak olayı tatlıya bağladım hatta Erdi’nin tabletini bile almak istedim. Ama annesi bunu bir gurur meselesi yaparak “sana bunun hesabını soracağım” diyerek tehdit etti. Ama ben bunu o günün kızgınlığına vererek önemsemedim.
Pencereden dışarıya baktı, dışarıda Erdi ile Halit’in kol kola oynadıklarını ve gülüştüklerini göstererek: “Keşke çocuklar kadar temiz olsak dünyada birçok problem doğmadan yok olur “dedi.
Müfettiş: ‘‘Hocam bu işi tatlıya bağlayalım sen veliden özür dilesen de şikâyetinden vazgeçse. ’dedi. Ahmet öğretmenin kan beynine sıçramıştı, verdiği yazılı savunmayı imzalayarak, ‘‘Yapmadığım bir şeyden dolayı özür dilemek kendime, inandığım değerlere karşı inkâr olur. Böyle bir öğretmenden de hayır gelmez’’ diyerek odadan dışarı çıktı.
Akşam evde o gün başından geçenleri eşine anlattı. Olayın basit bir soruşturma olduğu ve olumsuz sonuçlanmasına sebebiyet verecek hal olmadığı kanaatine varılarak gündelik hayatın akışına devam ettiler. Sadece Fatma Hanım’ın Halit'e, ‘‘Senin yüzünden oldu.’’ diyen bir bakışı hariç…
Okulun son haftası
Bir öğretim yılının daha sonuna gelinmişti. Öğrencilerde bir yanda dördüncü sınıftan öğretmenlerinden ayrılmanın üzüntüsü, bir yandan da yeni bir okula başlayacak olmanın sevinci vardı. Çocuklar Ahmet öğretmenin etrafında pervane gibi dönüyor, onunla son günleri yaşamanın keyfini çıkarıyor, fotoğraf çektiriyorlardı.
Teneffüs olmuş, okul müdürü Ahmet öğretmene, hocam imza atmanız gereken bir evrak var, demişti. Ahmet öğretmen; tebellüğ belgesini imzalamış, yazılan soruşturma sonucuna inanamamıştı. Müfettişin raporuna göre İstanbul'un yaklaşık yüz yetmiş kilometre doğusunda yer alan bir köydeki İlköğretim okuluna idari yönden sürgünle cezalandırılmıştı. Olan olmuştu, eşinin itiraz edelim emekli ol teklifini reddetmişti.
Ahmet öğretmenin hangi ruh haliyle böyle davrandığını kimsenin anlaması mümkün değildi; emekli olabilir, kendisinin ve eşinin maaşı ile çok rahat geçinebilirdi.
Elli beş yaşında Halit’le beraber sürgün edildiği köye ulaştı. Köyün yolları dar ve kavisliydi. Git git bitmeyecek duygusu veren umutsuzluk, köy evlerinin belirmesi ile son bulur. Hele orman havası, insanın yüzünü yalayan serin rüzgârlar, ciğerini dolduran çam kokuları, reçineler, renk renk meyveler, domates tarlaları insana yeni bir dünyaya geldiği fikrini ilham eder.
İlk iki yıl köyde Halit’le beraber lojmanda kalır daha sonra biriktirdikleri ile köyün girişinde geniş yolları ve bahçesi olan kutu gibi bir ev yaptırırlar. Yıllar yılları kovalamış yer değişikliği üzerinden yaklaşık dört yıl geçmişti. Evin önünde son model bir otomobilin durduğunu ve içinden bir hanımefendinin çıktığını gördü. Çok umursamadı fakat dikkatli bakınca gelenin eşi Fatma Hanım olduğunu anladı. Hasretle hoş geldin, dedi eşine ve saatlerce konuştular.
Kalkarken Fatma Hanım: ‘‘Haydi evimize gidelim yeter, bir çocuk yüzünden bu yaşadıklarına değer mi?’’
Ahmet Öğretmen: ‘‘Sen denizyıldızı hikâyesini bilir misin?’’
Adamın biri sabaha karşı okyanus kıyısında güneşin doğuşunun keyfini çıkarmak için sahile inmiş. Uzaktan sahilde birini görmüş biraz yaklaştıkça sahile vuran deniz yıldızlarını okyanusa atan çocuk olduğunu fark eder.
Çocuğa sorar: ‘‘Deniz Yıldızlarını neden okyanusa atıyorsun?’’ Çocuk der ki: ‘‘Onları suya atmazsan susuzluktan ölecekler.’’ Adam devam eder:
-Binlerce deniz yıldızı var, hangi birini atacaksın ne fark edecek?
Çocuk, adamı dinledikten sonra bir denizyıldızını daha okyanusa atar ve cevap verir:
-Bu Deniz Yıldızı için çok şey fark etti.
‘‘Evet!’’ der Ahmet öğretmen Halit'i göstererek:
-Bu çocuk için fark etti.
Artık geri dönüşü olmayan bir yolda tamamen yalnız yolculuğa devam edecektir. Ahmet öğretmenin umutları azalmış, kalbi kırılmış, yaşama heyecanını kaybetmiştir. Öğretmenlikten de emekli olmuş, emekli olmadan iki yıl önce evlatlığı Halit; kimliği belirsiz kişilerce kaçırılmış ya da evi terk etmiştir.
Ahmet öğretmen çocuğun kendisinin evi terk ettiğini inanmamış ve kendisine bu şekilde yorum yapanlara ‘’kalbim onun kaçırıldığını söylüyor’’ cevabını vermiştir ısrarla. Öyle ya da böyle Halit’in olmayışı onu derinden etkilemiş. Zaten yorgun vücudunu daha da hırpalamıştı. Kulakları az işitiyor, gözleri ise sadece bir iki metre uzağı görebiliyordu. Her gün evinin bahçesinde bulunan sandalyesine oturarak saatlerce ajansları dinler, insanlara sanki birini bekliyor izlenimini verirdi.
Komşuları birbirine ‘‘beklediği gelecek-gelmeyecek’’ şakası yaparlardı bazen de. Günlerden bir gün haberleri dinlerken Suriye Devlet Başkanı’nın Türkiye'ye geleceğini, ziyaret kapsamında birçok yeri gezeceğini işiten Ahmet öğretmen aniden kalbinde bir ürperti hissetti. Bir kilometre ileride onu ziyarete gelen Suriye Başkanı Halit Bin Türki idi. Ziyaretine eşlik eden Türkiye Cumhuriyeti Başkanı’na başından geçenleri Türkiye’de yaşadıklarını öğretmenini tek tek anlattı.
Şimdi tek başına öğretmeninin yanına gitmek istiyordu. Son elli metrede bütün ileri gelenler ve basın başkanı yalnız bıraktı. Halit sırtı dönük televizyon izleyen öğretmenine çocukken yaptığı gibi usulca yaklaştı ve gözlerini kapatarak: ‘’öğretmen’ ’dedi. Ahmet öğretmen sesi hemen tanıyarak ‘‘fedakârlık’’ diye cevap verdi. İkili hasretle baba oğul gibi sarıldıktan sonra uzunca sohbete başladılar.
- Hocam benim gibi bir çocuk için bu kadar fedakârlığı sana yaptıran nedir?
-Anadolu insanı olmak herhalde, Anadolu sadece bir coğrafya değil, insanlık sevgisinin, fedakarlığın ilmik ilmik işlendiği yerdir. Toprağının aşk ve sevgiyle yoğrulduğu, insanlığın yürek devletidir. Mazlum milletlerin sığınağı, evsizlere ev yurtsuzlara bark, medeniyetlerin beşiği, anaların şefkat kucağı, öksüz ve yetimlerin sığınağıdır. Zulme uğrayan milletlerin son çağrısı, kardeşlik türkülerinin membaı, onlarca kültür dil ve medeniyete sahiplik yapmış kucak... Her karışından merhamet sevgi ve hoşgörü fışkıran bir pınar, mana dünyasının padişahı, Mevlâna’nın, Yunus Emre’nin, Hacı Bektaş-ı Veli’nin toprağı, ‘’yok mu bize uzanacak bir el ‘’ sorusuna ‘’ben varım’’ diyen bir cevaptır.
Konuşmalarının sonlarına doğru Ahmet öğretmen sevinç gözyaşları içinde: "Geleceğini biliyordum." dedi. Tekrar birbirine hasretle sarıldılar. Vedalaşma zamanı gelmişti artık.
Halit: umutsuzca ‘‘Hadi seni Suriye'ye götüreyim. Orada beraber yaşayalım’’ dedi
Ahmet öğretmen: ‘‘Bülbülü altın kafese koymuşlar ama ah vatanım’’ demiş.
‘‘Sen ve ben bu ülkenin ortak tarihiyiz, diyerek başkanı yolcu etti. Gözlerinde iki ülke arasında inşa ettiği insanlık köprüsünün ışıltısı hiçbir zaman kaybolmayacak şekilde belirdi.
EROL ERDEM