BİN KALEMLİ BİR KÖY: “SAV”

İman ve Kur’ân hizmeti yolunda zor şartlar altında büyük bir mücadeleyi göğüsleyen ve bugün dünyanın birçok diline tercüme edilerek milyonlarca insanın imanının kurtarılmasına vesile olan Risale-i Nur Külliyatı’nın müellifi Bediüzzaman Hazretleri, 1926-1935 yılları arasında Isparta’nın Barla nahiyesinde sıkı gözetim altında bir hayat yaşamıştır.
Murat DUMAN Murat DUMAN

O tarihlerde, Isparta’nın küçük bir köyü olan ve vaktiyle Medine’den getirilen yetim ve seyyid çocuklarla mânevî kimliği şekillenen Sav köyü de, Risale-i Nurların doğuşuna ve çoğaltılmasına şahitlik eden yerlerden biri olmuştur.

Başlangıçta Barla’da Bediüzzaman Hazretleri’nin etrafında bir avuç insan varken, telif edilen Risalelerin el yazısıyla çoğaltılarak memleketin dört bir tarafına gönderilmesi, “Bin Kalemli” Sav köyü başta olmak üzere, zaman içinde birçok beldenin âdeta varoluş meselesi hâline gelmiştir. Fedakâr Sav halkı, tecrid edilen büyük bir İslâm âliminin telif ettiği eserlerin yazımına destek vererek tarihe geçmiştir. Yediden yetmişe herkes, hiçbir karşılık beklemeden yardıma koşmuş ve onun Barla’dan alınıp, başka diyarlara sürgün edilmesinden sonra da bu hizmet artarak devam etmiştir.

Bediüzzaman’ın Barla’da gözlerden uzak bir şekilde hayatını devam ettirdiği yıllarda mübarek Sav’da binden fazla insan, Risale-i Nurların neşri için gayret göstermiştir. Sadık ve vefalı insanların diyarı olan bu beldede, 10-15 sene boyunca ara vermeden, âdeta birer matbaa hükmüne geçen parmaklarla eserler yazılmıştır. Yaşlı, genç, kadın, erkek demeden nice insan bu meseleye gönül vermiş; elindeki diviti mürekkebe batırarak Risaleleri yazmayı mühim bir meşgale olarak benimsemiştir. Yeterli ölçüde kalemin, divit ucunun ve kâğıdın bulunamadığı, eserlerin matbaalarda neşrinin yasak olduğu 1930’lu yıllarda, gecenin karanlığında sessizce bir köşeye çekilen bu hasbi ruhlar, mum veya çıra ışığında ya da gaz lambası altında gün ağarana kadar Risale-i Nur yazmıştır. Hatta bir ara divit uçları piyasadan kaldırılmış ve ancak Halep’ten tedarik edilebilmiştir.

İlk zamanlar yazım işi kitaplara aslından bakılarak yapılırken, sonraları ayna ile ışık yansıtılıp, kâğıt üzerinden kopyalanmış ve ciltlenerek yurdun dört bir tarafına dağıtılmıştır. Okuma bilmeyenler -ki bunların çoğunluğu kadınlardı- rahlelerin ortasını kesmiş; oraya cam yerleştirerek alttaki yazıyı kopya etmişlerdir. Zamanla Tahirî Mutlu, İbrahim Gül ve Hâfız Mehmed gül gibi Risale-i Nur hizmetkârlarının evlerinde, 1944’ten itibaren kol gücüyle teksir makinelerinde neşir hizmeti devam etmiştir. Ancak, teksir makinelerinin devreye girmesi, o tarihe kadar yaklaşık yirmi yıl Risale-i Nur hareketinin yükünü önemli ölçüde üstlenen Sav kahramanlarının hızını kesmemiştir. Hatta günümüzde dahi burada birçok evde yazı tahtasına ve elle yazılmış Risalelere rastlamak mümkündür.

O tarihlerde yakalananlara ceza verildiği için, eserler daha çok gece yazılmıştır. Sık sık baskınlara maruz kalan Sav’da, bazı masum insanlar suçsuz yere hapishanelere gönderilmiş; ama geride kalanlar onların da vazifesini üstlenerek yazmaya devam etmişlerdir. Yazılan Risalelerin saklanması ve farklı yerlere dağıtılması da hiç kolay olmamıştır. Kitapların baskın sırasında bulunmaması için geceden çuvala doldurup, köy mezarlığına gömüldüğü zamanlar bile yaşanmıştır. Böylesine bir fedakârlıkla değerli bir mücevher gibi saklanan Risale-i Nurlar yine ciddi fedakârlıklarla postalanarak veya gönüllü seyyar potacılar eliyle dağıtılarak muhtaç gönüllere ulaştırılmıştır. Meselâ bunlardan biri olan ve okuma-yazması olmayan Şükrü Altuğ; başında takke, ayağında çarık, sırtında eski bir çoban torbasıyla dolaştığı için hiç kimse ondan şüphelenmemiştir. Sav’dan aldığı Risale nüshalarını torbasına koyup, Büyük Hacılar köyüne götüren; oradan aldıklarını Kuleönü köyüne ulaştıran Şükrü Altuğ, son nefesine kadar böyle Isparta köyleri arasında Risale-i Nur taşımaya devam etmiştir.

Elmas Kalem Sahibi Hanım Kahramanlar
Bediüzzaman Hazretleri’nin “Nur Fabrikası” diye andığı Sav’da, ilk zamanlar sadece Osmanlıca bilen erkeklerin başlattığı bu yazma faaliyetine, ehl-i hizmet hanımlar da mühim fedakârlıklar göstererek iştirak etmiş; yeni yetişen genç kızlar divit kalemlerini ellerine alarak yazı masalarının başına geçmişlerdir. Hatta Bediüzzaman Hazretleri’ne: “Üstadım! Ben, beyimin göreceği bağ bahçe işlerini yapmaya çalışacağım; o sizindir, Risale-i Nur’undur.” diyen, neşir hizmetinde çalışan eşlerine geceleri lâmba tutarak, onların din ve iman yolundaki hizmetlerine canla başla yardım eden kahraman hanımlar olmuştur. Ailelerinin bağ bahçede çok çalışmasına yapmasına üzülen erkekler, bu durumu Bediüzzaman’a danıştıkları zaman o: “Sizin yazdığınız yazı onlarla, onların çalıştığı da sizinle beraberdir.” diye cevap vermiş ve iki tarafı da manen rahatlatmıştır. Risale-i Nur’ları, göz nuru döküp elleriyle yazan, çeyizlerinin en değerli kumaşlarına sarıp gül kokularıyla muhafaza eden mübarek kâtibeler, Allah rızası için, eserleri hanımlar arasında okumuş; çok sayıda insanın Kur’ân ve iman nurlarıyla tanışıp, Risale-i Nur dairesi içerisine girmelerine vesile olmuşlardır.

1950’li yıllardan itibaren Lâtin alfabesiyle matbaalarda baskıları yapılmasına rağmen, günümüzde bile hâlâ eski Türkçeyle Risaleleri çoğaltan ve eserleri kâğıtla birlikte kalbine de yazmaya niyet eden hanımlar bulunmaktadır. “Bu eserleri bir yıl kabul ederek ve anlayarak okuyan bu zamanın mühim ve hakikatli bir âlimi olabilir.” diyen Bediüzzaman Hazretleri’nin bu sözünün tecelli ettiği nurlu simalardan biri de merhum Hatice Soylu (1930-2013) olmuştur. Risaleleri Sav’da ilk yazanlardan biri olan babası Ahmet Altuğ’dan 9 yaşındayken Osmanlıca öğrenen Hatice Hanım, külliyatı birkaç defa yazmış; ömrünü yazmaya, öğrendiklerini temsile adamıştır. Bediüzzaman da, henüz 13 yaşında iken ‘Asâ-yı Musa’yı yazıp kendisine gönderen Hatice Hanım’dan, ‘Emirdağ Lâhikası’nda övgüyle bahsetmiş ve gösterdiği kahramanlığının mektep görmüş hanımlarda şevk uyandıracağını ifade etmiştir.

Isparta’da kaldığı zamanlarda Sav köyünü ziyaret eden Bediüzzaman ile bizzat görüşme imkânı bulan ve hiç aksatmadan eşiyle birlikte Risaleleri yazan Hatice Hanım da, pek çokları gibi o yıllarda sıkıntılar yaşar. Meselâ 21 yaşındayken bir gün, “Jandarmalar baskına gelmiş.” diye köye bir haber yayılır. Her zamanki gibi köylüler, yazdıkları eserleri evlerindeki gizli yerlere saklarlar. Duvarların içine oyulan gizli bölmelere, tavana, avluya, evin altındaki ambara, mısırların arasına bile kitap saklanır. Hatice Hanımların evleri, teyzesinin eviyle bitişiktir. Yazdığı Risale nüshalarını bavulda muhafaza eden Hatice Hanım, baskın sırasında jandarmaların gözleri önünde bavulu alır ve içeriden öteki haneye götürür. Geçerken onu görürler, ama: “Ne bu diye?” sormazlar. Askerlerden biri: “İçeride paran pulun varsa gir de al.” der ve az sonra diğerleri evi aramaya başlar. Onlar içeriyi ararlarken Hatice Hanım yan tarafa geçer; kalemleri ve hokkaları pencereden öte yandaki boşluğa atar. O günkü arama sırasında sadece bir tane Cevşen bulunur. Onlar, “bundan bir şey olmaz” diye ümit ederlerken Cevşen’in üzerinde “Said” ismi yazılı olduğu için, Hatice Hanım’ın kayınpederi iki sene müddetle mahkemeye gidip gelmek zorunda kalır. İşte o günler, böyle tuhaflıkların yaşandığı bir zaman dilimi olarak tarihe geçer.

“Ben Barla’dayım Niye gelmiyorsun?”
Sav köyünde kendini Risale-i Nura vakfeden hanım kahramanlardan birisi de Fatma Avşar Hanımefendidir. Dedesi Hacı Hâfız Mehmet Efendi (1877-1947), Sav’da Risaleleri ilk tanıyanlar arasındadır. Bu zat, Bediüzzaman Hazretleri’nin Barla’da mecburî ikamete tâbi tutulduğunu öğrenince, oğlunu oraya gönderir; onun vasıtasıyla selâmlarını ve hürmetlerini, ellerinden öptüğünü, dua etmesini arz eder. Bediüzzaman, Mehmet Efendi’nin oğluna hitaben: “Baban askerlik yapmadığı için bilmez. Askerlikte karavanayı uzatmayınca yemek vermezler. O da bize seher vaktinde dua etsin; biz de ona dua ederiz.” der. Hakikaten askerlik yapmayan Mehmet Efendi, Barla’ya gönderdiği selâmın cevabı geldikten sonra bütün gücüyle Risaleleri yazmaya ve neşretmeye başlar. Bu hizmet de çok enteresan bir şekilde başlar. Şöyle ki:

Hâfız Mehmet Efendi, o günlerde Isparta’daki dostlarından Hacı Rıza’nın evinde Nur Risaleleri’nden bir nüsha görür ve okumak için ödünç alıp evine gelir. Sabah ezanı vaktine yakın kitabın bitmesine birkaç sayfa kalmışken gözleri dalar, o sırada rüyasında Bediüzzaman Hazretleri’ni görür. Rüyada kendisine: “Ben Barla’dayım, bu kadar özlemişken yanıma niye gelmiyorsun?” diyen Bediüzzaman’ı ertesi gün ziyarete gider. Yolda onun karşısına çıkan Bediüzzaman, ilk defa gördüğü Mehmet Efendi’yi doğrudan ismiyle çağırarak evine götürür. Onunla sohbet ederken, Risaleleri yazmasını ve yazdırmasını öğütler. Köye döndükten sonra arkadaşlarını toplayan Mehmet Efendi, onlarla bu durumu paylaşır. Yazma bilen herkes bu teklifi kabul eder. O esnada içlerinden birisi: “Nefislerimiz iyice canavarlaştı; istediğimizi yiyip içiyoruz. Evvelâ nefsimizi terbiye edelim.” tarzında bir teklifte bulununca, kırk gün yağsız tuzsuz bulamaç yer, yani bir nevi riyazat yapar ve ondan sonra yazmaya başlarlar.

Hâfız Mehmet Efendi’nin teşvikiyle Sav köyünün Risale-i Nur’lara sahip çıkması, bu mübarek beldenin Risalelerde “medrese-i nuriye” adıyla yer almasına zemin hazırlar. Bu 10-15 kişilik ilk çekirdek grubun içinde yer alan isimlerden biri de, Hatice Soylu’nun babası Ahmet Altuğ’dur. Hattâ Hatice Hanım ve kız arkadaşları, bir gün merak edip tavada bulamaç yapar; ama bir türlü yiyemezler. Onlar kendi hâllerine gülerlerken babası yanlarına gelir ve: “Keçeliler siz onu yiyemezsiniz!” der. Oysa kendisi devamlı bulamaç yemesine rağmen hiç zayıflamamıştır.

O zamanlar insanlar Risaleleri yazarken aynı zamanda okumuş oluyorlardı. En önemlisi de kâğıtla birlikte kalplerine yazıyorlardı. Nasıl buzun üstüne bir şey yazılsa, buz eriyince yazı da erir gider. Ama mermere yazılsa o hiç silinmez. Aynen öyle de, Savlılar, Risaleleri yazarlarken kalplerine de tıpkı mermere yazılmış gibi oluyordu. Yazıyı yazarken, bu hizmeti bıraktıkları takdirde her an bir şefkat tokadı yiyecekleri mülâhazası içinde hareket ediyorlardı. Dönemin şartları içinde yazmak hiç kolay olmamakla birlikte, bir kere işin mânevî hazzına ermişlerdi. Bu yüzden kimse baskınlar ya da başına gelenler karşısında müteessir olmuyordu. Hapse girdikleri zaman da yazıp okuyor ve çıkınca aynı hizmete devam ediyorlardı.

Sav beldesinde o zamanlar Perihan isimli bir ebe vardı. Baskın olacağı zaman askerlere çay ikram edip oyalıyor ve bu arada evlere haber gönderiyordu. Bir gün Perihan Hanım araba ile Senirkent’ten gelirken bindiği vasıta arıza yapmış ve yolda kalmıştı. Bediüzzaman da tam o sırada arabayla arkalarından gelmişti. Perihan ebeyi arabasına alıp, Isparta’ya kadar götüren Bediüzzaman, yolda ona şunu söylemişti:

- “Senin yaptığın vazifeler yarın mahşer gününde, güneş bir adam boyu tepene indiği zaman, nasıl ağustosta bulut çıkıyor da çalışanların üzerine şemsiye gibi gölge oluyorsa, o yaptığın hizmetler sana mahşer gününde gölge olacak, seni himaye edecek.”

Evet, hizmet etmenin hiç kolay olmadığı o günlerde, fedakârlık, hasbilik ve adanmışlık ruhu içinde kendilerini Risale-i Nur hizmetine vakfeden “ilk”ler, âdeta birer kuyrukluyıldız gibi gelip geçtiler bu fani dünyadan. Onların tohum attığı zeminler, şimdilerde yeşermeye ve meyve vermeye başladı. Risale-i Nur’un ve iman hakikatlerinin günümüzdeki temsilcilerine düşen en mühim vazifelerden biri de, onların omuzlayıp bugünlere ulaştırdığı iman ve Kur’ân hizmetini aynı aşkla devam ettirmek ve vefa hissiyle ruhlarına “Fatihalar” göndermek olarak üzerlerine miras kaldı.

#

GENEL BİLGİLER

Geyve Otobüs Saatleri

Geyve Otobüs Saatleri

Geyve - Adapazarı, Adapazrı Geyve Otobüs sefer tarifesi. Geyve otobüsü kaçta kalkıyor? Adapazarından son Geyve Otobüsü, Sefer tarifesi, geyve koop otobüs